24 Kasım 2012 Cumartesi

DEFTER-İ TEHRAN

[Gün 25 - İyelik Ekleri]

Kendime yalanlar söylüyorum Emrah. Nasıl yalanlar diyeceksin, kaç tane diyeceksin. Yalanların niteliği ve niceliği önemli değil canım kardeşim. Ben takılmıyorum artık böyle şeylere, sen de takılma. Kendimle çok konuşan bir i olarak (birisi değil) önce gözlerimi kapatıp dinliyorum insanları ve sonra izliyorum, görüntüye hapsolmamak için. İkinci aşamada kulaklarımı tıkayıp izliyorum ve sonra dinliyorum onları, seslere hapsolmamak için. Ve son aşama Emrah: görüntülerle sesleri birleştiriyorum. Biz görüntülerle duyar ve seslerle görürüz Emrah: Allahın rengi.

Artık delileri anlıyorum Emrah ve kendimle çok konuşan bir i olarak önce bir elif ve ye miktarı susuyorum, sonra kendimi aldatmaya kalkıyorum. O zaman sen geliyorsun aklıma. Uzaklardan, çok uzaklardan, Sivas ellerinden bana dönüp “Görcek miyiz gülcek miyiz?” diyorsun. Şimdi ben sana soruyorum Emrah: Görcek miyiz gülcek miyiz? Başını önüne eğip “Güleceğiz” diyorsun. Ama ağlıyorsun canım kardeşim, işte apaçık ve oporta bir şekilde. Bu kadar yaşın olduğunu bilmiyordum Emrah. Bu kadar acın olduuğnu bilmiyordum. Niye sakladın? Tebessüm ediyorsun ve sazı eline alıp başlıyorsun söylemeye: “Sivas ellerinde sazım çalınır/ Çamlı beller bölük bölük bölünür/ Yardan ayrılmışam bağrım delinir/ Katip arzuhalim yaz yare böyle/ Güzelim hey güzelim hey güzelim hey hey” Katip arzuhalin olayım Emrah, gözünden yaş düşmesin. Benim çok düştü de, ordan biliyorum kardeşim. İnsanın bir yaş limiti var, dolunca kör oluyor. Bir daha başka kimseyi göremiyor.   

Şimdi sualine dönelim Emrah. Görcek miyiz gülcek miyiz diyorsun? Burada hiçbir suale cevap yoktur kardeşim. Merak ediyorsun: burada geçmişimden uzakta ne arıyorum, bütün iyelik eklerimi bırakıp bu sunturlu yere niçin geldim? Bilmiyorum Emrah. Görcek miyiz, gülcek miyiz? Neden hep günümüzü görüyoruz, neden gülemiyoruz canım kardeşim. Biz gülmeyi bilmiyor muyuz?

17 Ekim 2012, 13:23
Jordan, Tehran

[Gün 66 - Leke]

Sanki sokak boştu, sanki kimse yoktu. Biraz bekledi, sonra kızı gördü. Hızlı adımlarla yanına gitti, önünde durdu. Yüzüne baktı, elini ceketinin cebine soktu ve dikkatle çıkardı. Avucunda bir şeyi sıkarcasına kıza uzattı. Bir tepki bekledi. Gelmeyince avucunu açtı ve “İşte” dedi, “senin kalbinden küçük bir parça. Ben kalbinin bu kadarını kaplıyormuşum. Bunu düşürmüşsün. Belki farkına bile varmadın. Bu yüzden bir şey diyemeden gittin. Ama ben sana hiç kızmadım.” Sessizlik: kızın gözlerinde biriken yaşlar. “Sonra ben buldum onu, yanıma aldım. Biliyorum, küçük ama onsuz yaşayamazsın. İnsan delik bir kalple ne kadar yaşayabilir? Bir daha atmayıncaya dek anlayamazsın. Anladığında çok geç olur. Bu yüzden, kalbin yine atsın diye ben baktım ona. Yaralarını sardım, iyileştirdim onu. Güzelce temizledim, ama Selim lekesi bir türlü geçmedi. Kalbinde küçük bir leke olması, bir parçasının olmamasından iyidir. Şimdi, çok geç olmadan al bunu. Al ve o boşluğa yerleştir. İnşallah düzelir. Ben hep burdayım, seni bekliyorum, biliyorsun” dedi ve gitti. Kalabalığın içinde kayboldu: kızın gözlerinden dökülen yaşlar.

28 Ekim 2012, 08:25
Park-ı Sae'e, Tehran

(Bu iki yazı, Edep Dergisi'nin Kasım 2012 tarihli 33. sayısında yayımlanmıştır.)