“Belki yanılıyorum ama Zorba, sanırım ki, insanlar üç türlüdür: kendi
deyişleriyle hayatlarını yaşamayı amaç sayanlar, yani yemeyi, öpmeyi, zengin
olmayı, onur kazanmayı… Sonra, kendi hayatlarını değil, bütün insanların bir
olduğunu anlarlar ve insanları ellerinden geldiği kadar aydınlatmak, sevmek ve
onlara iyilik etmek için savaşırlar. Bir de, bütün evrenin hayatını yaşamayı
amaç edinenler var; her şey, insanlar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar; hepimiz
bir bütünüz; biz hepimiz aynı korkunç savaşın içindekileriz. Hangi savaş mı?
Maddeyi ruha dönüştürme savaşı!..”
Zorba başını kaşıdı.
“Kalın kafalıyım ben,” dedi, “kolay anlayamıyorum… Ah bre patron, o
dediklerini bir raks edebilseydin de, ben de anlasaydım!”
Umutsuzluk içinde dudaklarım ısırdım. Bütün bu umutsuz düşünceleri
gerçekten raksa bir dökebilseydim.
“Ya da patron, bütün bunları bana masal gibi anlatabilseydin. Hüseyin
Ağa’nın yaptığı gibi… Bu, benim komşum olan ihtiyar bir Türk’tü; çok ihtiyar,
çok yoksuldu; karısı da yoktu, çocukları da… Garibin biri; yemek pişirir, tahta
siler, akşamüzeri de babadan kalma evine gelir, ninem ve öbür ihtiyar
komşularla avluda oturur, çorap örerdi… Ermiş bir adamdı bu Hüseyin Ağa. Bir
gün beni dizlerine aldı, hayırduası edermiş gibi elini başım koydu. ‘Aleksi,’
dedi, ‘bak sana bir söz söyleyeceğim; küçük olduğun için anlamayacaksın;
büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum: Tanrı’yı yedi kat gökler ve yedi kat yerler
almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayırduam
seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!”
Zorba’yı konuşmadan dinliyordum. Ah ben de, ancak soyut düşünce doruk
noktasına ulaştığı, masal olduğu zaman ağzımı açmayı becerebilseydim! Ama bunu,
yalnız büyük bir ozan ya da bir halk, yüzyıllarca süren sessiz bir işleyişten
sonra başarabilir.
Zorba kalktı.
…
Sönen ateşin yanında, tek başıma kaldım, anlamca çok zengin ve sımsıcak
toprak kokan sözlerini tarttım kafamda. Onun sözleri, ta belkemiğinden, içinden
geliyor, üzerlerinde hala insan sıcaklığını taşıyorlardı. Benim sözlerim,
kağıttandı, yalnız bir damlacık kanla bulaşmış halde, kafadan geliyorlardı;
eğer herhangi bir değerleri var idiyse bu değeri, o bir damla kana
borçluydular.
(Nikos Kazancakis, Zorba, Can Yayınları, İstanbul, 2013, s. 312-313)