Bir süredir kısır bir döngüyle ümitsizliğin
içinde ümide, ümidin içinde ümitsizliğe gark oluyorum. Yine de ümit, bildiğim
ama anlayamadığım bir şekilde baskın çıkıyor ve tutunmaya devam ediyorum.
Hayır, bir yerlerden düşmüş, düşerken bir şeyleri tutmuş ve asılı halde falan durmuyorum.
Sadece insana özgü olan zamana tutunuyorum ve bana çok yavaş geçen zaman, benim
için çok hızlı geçiyor. Anlıyor musun Emrah?
Az önce acayip bir kalabalığın
arasında bir tutam nefes alıp -dünyayı, hayır Ankara’yı, hayır sadece kendi
içimi dolduracak kadar- nefesi dışarı vermek ve de bir miktar zifir ile katranı
ciğerlerime çekmek için kimsenin oturmayacağı bir köşe bulup usulca oturdum ve
tüm bunları yaparken çay içip üstüne bir de senin yazdıklarını okudum. Okurken kendi kendime bir miktar tebessüm ettim. Sonra o kimsenin oturmak istemeyeceği yer yer kuş pisliklerinin izleri kalmış betondan sırtımın ağrısı ile kalktığımda herifin bir gelip tam neticemi koyduğum yere heyecanla oturdu. Daha iki adım atmamıştım bile. Sadece birkaç adım miktarı bekleseydi ne olurdu? Bir şey olmazdı, ama beklemedi. Ben de beklemedim ve başka bir kalabalığın arasına çeşitli düzeneklerden ve makinelerden geçerek karıştım. Aslında kimseciklere karışmam bilirsin ama insan istemediği şeyler de yapıyor bazen.
Şimdi bana söyle Emrah, bu anlattıklarımdan ne çıkar? Hiçbir şey
çıkmaz. Belki sadece çok bunalmış, hatta sevinmem gereken şeylere sevinemeyecek
kadar bunalmış ve zamanın hep aynı suratiyle benim için akmasını bekliyorumdur. Duyuyor musun Emrah?